AKIL, NAM’I DİĞER TOTTIK

Türkçemizin geniş telaffuz yelpazesinin zengin terimlerini barındıran Urfa ağzında sık kullanılan terimdir “tottık”.  Aklı olduğu halde, düşünme ve muhakeme etme yeteneğini kullanmayanlara karşı “tottık yok ha!” şeklinde yergi ifadesi olarak kullanılır. O halde “tottık” akıl, değil “zeka”dır. Urfa’da tottığı olmayana da isim yerine “Totte” lakabı takılır ve o şekilde tanınır. Şu anda şehirde yaşayan “Totte” lakaplı bir kişi vardır, bütün şehir Totte’yi tanır ama asıl adını çok az kişi bilir. Aynı anda iki kişiye Totte dendiğine de rastlanmamıştır. Herhalde şehirde yeni bir Totte olması için eskisinin hayattan göçmesi gerekiyor.

Bu yazımızda zeka ve akıl konusunu irdeleyeceğiz. Kainattın en muhteşem kitabını okurken karşıma sık sık çıkan akletme, düşünme emirlerinden sonra akıl konusunu araştırmaya başladım. Bir çok düşünürün akıl konusundaki yorumlarına baktıktan sonra bu konuda bir de anket yapmaya karar verdim. Telefon rehberimdeki yüzlerce kişiden yaklaşık 20’sini arayarak “Öğrenilmiş bir bilgiyi pratiğe geçirme dışında aklını en son ne zaman kullandın?” diye sordum. Bazısı aklını en son ne zaman kullandığını bildirebilmek için biraz zaman istedi, bazısı daha samimi konuşarak “Bugüne kadar hiç aklımı kullanmadım” itirafında bulundu.

“Akıl”, felsefecilerin “us” dediği. Kaynağı beyin ve ruh olan üstün yetenek. Geliştirildikçe mucizevi şekilde büyüyen kapasitesi, muhakeme yeteneği ve üretme gücü ile hiçbir masraf etmeden, taş atıp yorulmadan, nefes almaktan bile kolay şekilde sahip olduğumuz bir hazine.

Ama çoğumuz kullanmayız bunu. Bizdeki mevcut halinin bile herkesinkinden üstün olduğuna inanır, geliştirmek için de hiçbir çaba sarfetmeyiz. Akl-ı Selim dedikleri de bundan fazlası değil zaten. Her insanda doğuştan fıtraten var olduğu kadarına akl-ı selim deniyor.

Oysa Yüce Yaratıcı, insanı dünyaya gönderdiği günden bu yana sürekli olarak akıllarını kullanmalarını istemiş, akıllarını kullanmaları, düşünmeleri için insanlara sürekli olarak uyarılarda bulunmuştur. Kutsal kitaplarda insanların zekalarına kıvılcımlar çakarak harekete geçirmeyi amaçlayan Yaratıcı, kendini insana tanıtırken isminin Allah olduğunu bildirmiş ve yine akıl sahiplerine düşünmeleri çağrısı yapmıştır.

İnsanı düşünmeye sevkeden, araştırmaya, incelemeye, bulmaya yönlendiren yeryüzündeki en önemli kitap Kur’an-ı Kerim olmasına ve İslam toplumu gece gündüz bu kitabı okumasına rağmen düşünce, akıl ve üretme yönünden neden bu kadar dünyanın gerisindedir diye düşünmek gerek.

Özellikle Türk toplumunda yüzyıllardır büyük değer verilerek okunmasına rağmen kitabın hiçbir etkisinin olmadığını görmek ne kadar ilginç. Özellikle son yüzyılda insanlığın en önemli kitabı olan Kur’an, okunuyor ama anlaşılmıyorsa demek ki bu işte bir terslik var diye kimse düşünmüyor gibi görünse de, işin aslı öyle değil. Kur’an’ı bir ruhban kitabı, ayrı bir zümrenin açıklamasına muhtaç olan kitap haline getiren zihniyet, kitaptan sadece istediği kadarını topluma aktarmaya devam ettiği için insanlara bir fayda getiremeyen bir hale gelmiş.

“Başkaları sizin yerinize düşünmüştür, siz sadece sizin yerinize düşünenlerin söylediklerini aklınıza koyun” anlayışı sadece Kur’an okumada değil, beşeri ilimlerde bile çok barizdir. Kimya, fizik, matematik, tıp, ziraat, sosyoloji, ekonomi gibi alanlarda yüksek lisans, doktora yapan çok sayıda akademisyenle çalışma fırsatım olmuştu. Tashih için bana getirilen tezlerin neredeyse hiç birinde bu alanda araştırma yapan bu kişilerin kendi akıllarını kullanmadıklarını, üniversitede mezuniyet tezi hazırlayan hiçbir öğrencinin kendi “tez”ini ortaya koyduğunu görmedim.

Yaklışık 20 yıldır gördüğüm en kallavi bitirme tezi bile, yüzlerce kaynak araştırılarak oralardan aşırılan metinlerin kaynakçada not edilmesinden öteye gitmemiş. Yarım sayfayı bulmayan sonuç kısımları ise ıkına ıkına en az beş on akademisyenin elinden geçerek hazırlanmıştı. Uzun zaman aradan sonra bir öğrencinin getirdiği, elimden geçen son yüksek lisans seminer notlarını da noktasından virgülüne kadar incelerken yine aynı salaklıkla hazırlandığını gördüm. Dört beş yıl üniversitede eğitim görmüş, dünyanın masrafını etmiş, diploma sahibi olmuş ama uzmanlık sahibi olduğu o konuda hiçbir fikri olmayan insanlar yetişmeye devam ediyor. Hadi üniversite mezunu sadece o verilenleri almakla mükellef diyelim, ya yüksek lisans yapanlar, doktora yapanlar? Doçentler, profesörler? Onlardan da fikir üretenine pek rastlamadım. Varsa yoksa bilim adına ortaya koyan kuramlar çerçevesinde düşünülmüşleri kaldırıp indirmekten öteye gitmediklerini gördüm.

Yaratılmışlar üzerindeki aklın varlığı kesinlik kazanmış. Bir de hayvanlarda akıl var. Hayvanlarda da “öğrenme”ye yetecek kadar akıl olduğu da bir gerçek. Peki insandaki aklı hayvandakinden ayıran ne? Kur’an’da bahsedilen “aklı kullanma”, “düşünme” muhakkak öğrenmenin ötesinde bir şey olmalı değil mi? Akletme, düşünme, bir kanıya varma sadece öğrenmeyle olacak bir uğraş olsaydı o zaman Allah sadece öğrenin diye emretmez miydi?

Sadece öğrenileni icra etmeye yarayan unsur akıl değil, hafızadır, zekadır. Öğrenilmiş bilgilerin yüklendiği hafızalara sahip olan bilgisayar diskleri, kayıt bantları bu nedenle yeni bir şey üretemezler. Çünkü hafızaları vardır, bilgileri depolarlar ancak yeni bilgi üretemezler. Fakat o bilgisayar diskinin ilk ilkel şeklini, kağıt üzerine delikler delerek bilgiyi kodlayan kişi aklını kullanmıştır. Akletmiştir ve bilgisayar hafızasının bugünlere gelmesine yol açarak insanlığa büyük fayda sağlamıştır.

Yrd. Doç. Dr. Ömer Said Gönüllü, “Zeka ve Akıl Üzerine” başlıklı makalesinde, zeka ile aklı güzel bir örnekle anlatmış. “Zeka, aklın kullanılması için verilmiş bir motordur ve bu motorun verimli ve faydalı kullanılması da aklın işlerliğiyle mümkündür. Aksi takdirde orta yerde sadece kurnazlık kalır. Çok zeki, daha doğrusu çok kurnaz bir hırsızdan sözedilebilir, fakat ona asla akıllı denemez. Çünkü o ileriyi düşünememiş ve kendisini çıkmaz bir yola sokmuştur. Gayrimeşru kazanç, hayatı boyunca vicdanını rahatsız edecektir.

Bir otomobile göre mukayese edecek olursak, zeka motora. akıl ise direksiyona benzetilebilir. Motor çok iyi çalışabilir, ama direksiyon iyi kullanılmıyorsa motorun verimi bir fayda sağlamaz. Araç her an kaza yapabilir. Sonuçta, akli muhakeme için bir ön faaliyet olan düşünme eylemi, zekanın varlığını gerektirmektedir. Fakat, her düşünen aklını kullanıyor demek değildir.”

Yine Gönüllü hoca aklın varlık sebebini açıklarken şunları söylüyor: “İnsan aklı, kainatta en önemli bir meyve olarak kabul edersek, aklın kendisini yaratan Yaratıcı’yı tanıması nihai varlık sebebi olabilir; aklın diğer bütün faaliyetleri de bu sonucu vermesi açısından önemli ve anlamlıdır. Akıl, kainatı tarayacak, insan denilen müstesna varlığı tanıyacak ve bütün bunlar onu Yaratıcı’sına götürecektir. Çok zeki olduğu halde bu sonuca ulaşamayan, yani aklını kullanamayan veya kendisine doğuştan bir potansiyel olarak verilmiş olan aklını kuvveden fıile çıkaranıayan insanlar (bilim adamlan, düşünürler) gelip geçmiştir.”

Akıl konusunda materyalist bilimin aksine görüşler ortaya koyan Bilim Araştırma Vakfı’nın yayımladığı bir makalede ise ‘insanların çoğunun aklını hiç kullanmadığı” altı çizilerek belirtilerken “... Aklın, insanların doğuştan kazandıkları zihinsel bir yetenek olduğunu sandıkları için, sahip olduklarının ötesinde bir kavrayış kazanabileceklerine ihtimal vermezler...” ifadeleri yer alıyor. Yine aynı makalede aklın yolunun imandan geçtiği belirtilerek şu ayet örnek gösteriliyor: Ey iman edenler, Allah’tan korkup-sakınırsanız, size doğruyu yanlıştan ayıran bir nur ve anlayış (furkan) verir, kötülüklerinizi örter ve sizi bağışlar. Allah büyük fazl sahibidir. (Enfal Suresi, 29)

Öğrenme ile elde edilen yetenek ve ünvanın, akletme ile varılan noktadan çok farklı bir şey olduğu tezini ortaya atıyorum. Okuyarak, eğitim görerek, öğrenerek ünvanlara sahip olabilirsiniz ama aklınızı kullanmadığınız sürece akıl sahibi olamazsınız.

Konuyu bir fıkra ile noktalayalım artık.

Bir akıl hastanesi ziyareti sırasında, adamın biri sorar:

-Bir insanın akıl hastanesine yatıp yatmayacağını nasıl belirliyorsunuz?

Doktor cevaplar:

-Bir küveti su ile dolduruyoruz. Sonra hastaya üç şey veriyoruz; bir kaşık, bir fincan ve bir kova. Daha sonra ise kişiye küveti nasıl boşaltmayı tercih ettiğini soruyoruz. Siz ne yapardınız?

-Hımmm... Anladım. Normal bir insan kovayı tercih eder. Çünkü kova hem kaşıktan hem de fincandan büyük.

-Hayır der doktor. Normal insan küvetin tıpasını çeker!’’