Her şehrin havası, toprağı, suyu insanın huyunu suyunu değiştirir, fıtratına işler. Denilir ki, doğu halklarının gözlerinin çekikliği, göz kapaklarının şişliği, Avrupalının sarışınlığı, Afrikalının karalığı hep o coğrafyanın insan bedenine etkisindendir. Hatta coğrafyanın sadece insanın fiziğine değil, zihnine de etki ettiği bilinir. Serin ve sulak yerlerin insanı hem fiziken daha güzel, hem zihnen daha beliğdir. Kuru ve susuz yerlerdeki insanlarda fizik erken olgunlaşma ile şeklini bozmuş, zihin bulanıklaşmış, asabi kişilikler ortaya çıkmıştır.
Allah insanı yaratırken dünyanın her yerinden bir tutam toprak katmış çamuruna, dolaysıyla insanlar da da türlü türlü hasletler olmuş denir.
Peki Urfa toprağı veya anadolu toprağı insana ne katmıştır? İnsanlığa hangi hasleti getirmiştir?
Bu soruya kesin bir cevap vermek tabi ki imkânsız.
Ama kendime baktığımda ne gördüğümü yazayım.
Urfa’da doğmuş, Urfa’da büyümüş, okuldan önce hocaya gitmiş, ilkokul, ortaokul, lise hatta üniversitede bile Urfalı öğretmenler tarafından okutulmuş,  Urfa’da bir Urfalıyla evlenmiş, Urfa’da iş yapan muhtemelen de Urfa’da ölecek olan biri. Anadili Urfalıca (Urfa şivesi), İstanbul Türkçesini hâlâ doğru dürüst konuşamaz. Yabancı dili İngilizce vattizyorneym, Almanca vas is das, Kürtçe mıgo, Arapça heyyo diyecek kadar. Çoğu Urfalı genç gibi bir süre İstanbul’da yaşamış, biraz Ankara’da kalmış, Türkiye’nin 5-10 şehrini gezmiş olarak da şanslı.
Urfalının tipik özelliklerinin tamamını taşıyan biri olarak pek mutluyum diyemem. Urfalılık, kapalı bir toplumun en bariz özelliklerini taşır. Çocukluğumuzda mahalle, hatta sokak sınırlarının dışına çıkmak bile kural olarak yasaktır. Gençliğimizde ailemizin tanımadığı kimselerle görüşmek, sıra gezmeleri ve aile misafirlikleri dışında ortamlara girmek tehlikeli ve yasaktır. Aile tarafından konan bu yasak ve kuralları çiğneyenler de bedelini ağır şekilde ödemiştir. Dolaysıyla Urfalı, belli bir kalıpta yaşamaya, çizgilerin, kuralların dışına çıkmamaya özen göstermeye devam etmektedir. Yirmi yaşına dayanmış bir genç başka bir şehirde üniversite okumaya veya askerliğe gitmeyegörsün. Telkinler, tembihler, salıklar, salıklamaların ardı arkası kesilmez. Hatta şimdilerde askere veya okumaya başka şehre giden çocuklarıyla beraber giden aileler bile var. Mutsuzluğumun sebeplerinin başında ekseri bulgur, balcan, isot ve et yemek zorunda olmak vardır. Evde ıspanak, karnıbahar, pırasa, mantar gibi sebze yemekleri pişmesi için illa atışmalar, restleşmeler gerektir.
Dedem anlattığım gibiydi, babam da öyleydi tıpkı benim gibi. Benim çocuklarım da farklı değil tabi. Çocuklarım binanın çevresinden başka bir yere gidemez, okuldan önce hocaya başlarlar, sonra anaokulu, sonra normal okul. Bendeki herşey onlar için de geçerli. Onları da Urfalı öğretmenler okutur.
Urfanın sıcağının beyin hücrelerimi öldürdüğünü bilim adamları söylüyor. Sadece benim değil, Ortadoğu’da, Arabistan Yarımadası’nda, sıcaklığın 50 derecenin üzerine çıktığı bölgelerde yaşayan her insanın beyin hücrelerinin bir kısmı ölüyor. Bu durumda ortaya genelde sağlıklı düşünemeyen, kendi gölgesine sinir olacak kadar asabi biri çıkıyor. Sağlıklı düşünebilmek, sinirleri yatıştırmak için de bol bol tembellik gerekiyor. Serin bir yer bulup oturup uzanacak, bol bol gıda tüketeceksin. Doğal olarak fizyolojin yavaşlayacak, hareketlerin ağırlaşacak, her işin ihmal olacaktır.
O zaman nasıl başarılı olacak Urfalı?
Tabi ki durumun bu olduğunun farkına vararak.
Urfa’nın Arap veya Kürt köylüsü, eskiye kıyasla Urfa yerlisine nispeten daha şanslı. En azından Anadilinin yanında güzel Türkçe konuşmaya başlamış. Elektrik, yol ve vasıta imkanları, toprağın parayla buluşması onları bir medeniyet değişikliğinin ortasına itmiş. Eğitim, ticaret, siyaset gibi mecralarla yeni tanıştıklarından şehirliye kıyasla daha ileri gitmiş durumdalar. Ama onlar da bir süre sonra babaları gibi duraklama evresine girecekler hatta evdeki nenesi, dedesi sadece Kürtçe veya Arapça konuşan çocuklar onların dilini anlamadığı için bir kimlik bunalımına gireceklerdir. Coğrafi etkiler onların da fizyolojisini değiştirecek, bu kısırdöngü sürüp gidecektir.
Değişmez mi?
Değişir.
Çocuklarımızı daha ilkokul evresinde başka şehirlere, başka toplumların içine, başka kültürlerin ortasına göndermeyi göze aldığımız zaman bu kısırdöngü kırılır, toplumun kaderi değişir.
Örnek isimleri isterseniz, geçtiğimiz hafta hayatını kaybeden Türk Einstein’i Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu’nun, Uzay çağının İslam filozofu Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk’ün, medeniyetin köklerini irdeleyen Prof. Dr. Bekir Karlığa’nın hayatlarını ve eserlerini okuyun.
Oktay Sinanoğlu eğitimli bir ailenin çocuğu olarak babası Konsolosluk görevlisi olduğu için İtalya’da doğdu. İkinci dünya savaşı nedeniyle ailesi ile birlikte Türkiye’ye döndü. Liseyi ve okuduğu tüm okulları burslu olarak ve birincilikle tamamladı. Yine burslu olarak Kimya Mühendisi olmak üzere ABD’ye gitti. Kaliforniya Üniversitesi Berkeley Kimya Mühendisliği’ni birincilikle bitirdi. Aynı üniversitede doktora yaptı ve doktorasını tamamladı.  50 yıl çözülemeyen bir matematik kuramını bilim dünyasına kazandırarak 28 yaşında profesör ünvanı aldı. ABD, Almanya, Japonya, Türkiye, Meksika gibi ülkelerde çok sayıda bilim ödülü aldı. 1975 yılında çıkarılan özel bir kanunla Türkiye Cumhuriyeti Profesörü ünvanı aldı. Moleküler biyoloji dalının ilk profesörü olan Sinanoğlu, DNA hakkında bilim dünyasını değiştiren buluşlara imza attı. Yaşamı boyunca kuantum mekaniğine en önemli katkıları sağlayan bilim adamı olarak dünyaca tanındı. Buluşlarıyla kimya bilimini sağlam temellere oturttu. Matematiksel yapısından dolayı Türkçe’nin en iyi bilim dili olduğunu savunduğu için bir süre sonra bilimsel çalışmalarına nokta koydu. Türkiye'de bulunduğu dönemde çalışmalarını daha çok Türk ulusal kimliği ve Türk diliyle ilgili milliyetçi görüşlerini yaymaya adadı. Eğitim dilinin resmi dil olması gerektiğini ve yabancı dilin takviyeli olarak öğretilmesinin gerektiğini savundu.
Bir diğer isim de Prof. Yaşar Nuri Öztürk. Serin ve sulak olan Trabzon’a bağlı Küçükdere köyünde doğdu. Annesi Bayburtlu, babası Sürmeneli idi. Dolaysıyla iki farklı kültürle tanışmış oldu. İlk eğitimini babasından Kur’an okuyarak aldı ve 9 yaşında hafız oldu. On yıllık klasik medrese eğitimi çerçevesinde Urfa’da da okudu. Hukuk ve İlahiyat Fakültelerini tamamladı. 12 yıl imamlık ve vaizlik yaptı. Tekrar üniversiteye dönerek İslam Felsefes konulu doktorasını tamamladı ve doçent olarak dünyaya açıldı. Ortadoğu, Balkanlar, Avrupa, Afrika, ABD, Güney Kore ve Japonya’da akademik araştırmalar yaptı. Fransa’da çalıştı. New York’ta  dersler verdi. Türkçe, Arapça, Farsça, İngilizce ve Fransızca dillerinde çeşitli eserler yayınladı. 1978 ve 1982’de Türkiye Milli Kültür Vakfı ödülünü kazandı.
Türkiye tarihinin en çok baskı yapılan kitabı Elmalı Hamdi Yazır Kur’an Tercümesi’ni yayınladı. Eser, 10 yılda 126 baskı yaptı. 2002 seçimlerinde CHP’den İstanbul Milletvekili olarak TBMM’ye girdi. Daha sonra CHP’den istifa ederek kendi partisini kurdu. 2009’da siyaseti bırakarak ilmi çalışmalarına devam eden Öztürk, Kur’an tefsiri ve İslam felsefesi anlamında  onlarca eser kaleme aldı.
Bu yazıda örnek göstereceğim son isim de, sohbetine katıldığım Başbakan Danışmanı, Bahçeşehir Üniversitesi Medeniyet Araştırmaları Merkezi Başkanı Prof. Dr Bekir Karlığa olacak.
1947 yılında Adıyaman Besni’de doğan Bekir Karlığa, henüz on yaşına varmadan babası tarafından medrese eğitimi için Urfa’ya gönderilir. Siyasi manada sıkıntılı olan bir dönemde Urfa’daki medreselerde ilim tahsil eder. Küçük bir çocuk olduğu için medreselerde kalamaz. Hocalarının desteğiyle Urfalı aileler onu sahiplenir, kendi çocuklarıyla birlikte yedirir içirir, yatırırlar. Birkaç yıl sonra Urfa’dan ayrılıp Diyarbakır’a gider. Daha sonra Kahramanmaraş’ta İmam Hatip Okulu’nu bitirir. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nden mezun olur. Paris’te bilimsel araştırmalar yapar. 1993 Yılında İstanbul Üniversitesi’nde Profesörlüğe kadar yükselir.
Bekir Karlığa sohbetinde Urfalılardan bahsederken, “Urfalılar ilim adamlarına çok değer veriyor, her anlamda destekliyorlar ama kendi çocuklarını medreseye göndermiyorlardı. Medresedekilerin hepsi başka şehirlerden gelmiş çocuklardı. Zaten hocaların çoğu da Urfalı değildi” anlamında ifadeler kullanıyordu. Prof. Karlığa 1950’lerin Urfasını tarif ederken, “O zamanlar Ortaçağ’ı yaşayan Urfa aynı zamanda bir medeniyet yuvasıydı” diyor.

Sadece bu üç örneğe bakarak kendimizi değerlendirelim ve Urfalının kişisel gelişimi hakkında kendimizi sorgulayalım.

(Son not: Urfa’nın son dönem eğitimli gençlerinden en iyi iş yapanı doktorlarmış. Doktorlardan da en iyi iş yapanlar Kadın Doğum Uzmanları. Sabahtan akşama kadar rahim yarıp çocuk çıkaran genç doktorlar için gece uykusu bile haram. Gecenin her saati yatağından kalkıp, doğurmak üzere olan bir kadının karnından çıkardığı çocuğu Urfa’nın engin kültür ve medeniyet deryasına salıvermeye devam ediyor. Hem de ayda 60-70 bin tane..)
Allah sonumuzu iyi etsin.