Zorunlu Türk göçü, Türkleştirme hareketi adıyla da anılabilecek olan “Muhacir Hareketleri” Türkiye topraklarının tümünde yaşandığı gibi Urfa’da da yaşanmıştır. Bundan yaklaşık 200 yıl öncesinde başlayan Türkleştirme çalışmalarından ilk önce Ortadoğu’daki topraklar, Suriye, Irak, Filistin nasiplenmişti. Uzaklardaki hareketin bir de berisi vardı. Bu hareketin son kervanı da 1915’te yola çıkmıştı.

1915 Ermeni tehcirinden sonra. Rusların, Türk topraklarında kalan Ermenilerle birlik olması üzerine Rus birlikleri doğudaki kentlere doğru ilerlemeye başlar. Girdikleri kentlerde Türk ailelere dair ne varsa ortadan kaldırıp, yıkıp, yakıp geçerler. Ellerindeki yiyecekleri bile alırlar. Rus askeri ve Ermenilerden bu birliklere destek verenlerle birlikte doğuda bir çok şehir ele geçirilir. Rusların gelmesini haber alan tüm şehirler ve köylerdeki Türk nüfus için zorunlu bir göç gündeme gelir. Osmanlı bir yanda diğer cephelerde savaşırken doğuda patlak veren Rus kuşatması karşısında adeta eli kolu bağlı kalır. Rusların ilerlemesi durdurulamaz. Tek çare olarak burada yaşayan vatandaşlara yaşadıkları yerleri terkederek daha güvenli olan yerlere göç etmeleri bildirilir. Kars, Ağrı, Erzurum, Van ve Bitlis’ten yüzbinlerce insan yaşlılar, kadınlar ve çocuklardan oluşan kafileler halinde ülkenin batısına ve güneye doğru hareket ederler. Yanlarına alabildikleri kadar yiyecek ve çok az olan kıymetli mallarını alırlar.

Nüfusun büyük bölümü hayvancılıkla uğraştığı için çoğu sürüsünü alıp gitmeyi dener, ama sürüleri o kadar yol götürmek de kısa sürede imkansızdır.

O yıllarda Karaköse diye anılan Ağrı vilayeti de Kars’tan sonra Rus işgali karşısında çaresiz kalan halkın ilk boşalttığı şehirler arasındadır.

Dedemin babası Mahmut’un kendisinden büyük üç kardeşi daha vardır. İlk ikisi Yemen’e asker olarak gidip geri dönmez. Kendisinden büyük olan Aziz ise dört yıl kendi askerliğini bitirdikten sonra dönüp geldiğinde küçük kardeşi Mahmut’u evlenmiş ve bir çocuğu olmuş olarak bulur. Yeni evli Mahmut’un eşini ve çocuğunu bırakarak askere gitmesine gönlü razı olmadığı için onun yerine bedel yazılır. Günümüzde bedelli askerlik askere gitmesi gereken kişinin yerine para vermesi olarak bilinse de o zamanlar askere bir gerekçe ile gitmek istemeyen kişi yerine bir başkasını gönderip parayı askere giden kişiye verirmiş. Verdiği paraya da bedel denirmiş. Kardeşinin yerine tekrar askere giden Aziz, savaş ortamlarında kardeşinin ölmesi halinde daha büyük bir acı yaşayacağına inandığı için bunu yapmış. Rusların doğu illerini işgale başladığını ve buralarda yaşayan halkın kafileler halinde batıya ve daha güneye göç ettiklerini duyar. Üzerinde askeri elbisesi ve silahıyla birliğinden firar ederek ailesinin nereye gitmek istediğini öğrenmek ister. Ağrı’dan çıkan kafilenin Van gölü istikametinde ilerlediğini duyar. Ahlat’a yetiştiğinde ailesini bulur. Ama kardeşi Mahmut ağır hastadır. Hiçbir tedavi imkanının olmadığı Ahlat’ta hayatını kaybedince Ahlat’taki Kırklar mezarlığına defnedilir.  Dedem bu olayı anlatırken amcasının silahı ve asker elbisesiyle yanlarına geldiğini söylerdi.

O yıllarda 5 veya 6 yaşlarında ailesinin tek çocuğu olan dedem Hamdi, annesi, nenesi, dayıları ve amcası Aziz ile birlikte aylar süren zorlu bir yolculuğa başlar.

Babam, dedemin ağzından göç yolculuğunu şöyle anlatıyordu:

“Rusların geldiğini duyan millet kafile kafile toplandı. Her kafilenin başına birer sorumlu verildi. Kafilede yaşlılar, kadınlar ve çocuklar vardı. Hayvanlarımızı ve eşyalarımızı yanımıza alamamıştık. Bizim bir kağnımız vardı. Öküzler çekiyordu. Arkasındaki arabada yatak ve biraz yiyecek eşya vardı. Annem bazen beni kucağına alıyor bazen de kağnı arabasını çeken öküzün üzerine oturtuyordu. Öküzün üzerine oturduğumda annem kolumdan tutuyordu.

Yol boyunca uğradığımız şehirler ve köylerde kimse yoktu. Gece konaklamak için kaldığımız evlerde tavana kadar dizilmiş tertemiz yataklar bulduğumuzda çok seviniyorduk. Sahibinin kim olduğunu bilmediğimiz bu evlerde konaklıyorduk. Bizden önce göç etmiş olan bu ailelerin evinde yiyecek buluyorduk. Akşam olunca dağdan koyun sürüleri köye geliyordu. Kafile başkanımız kimse kimsenin koyununa karışmasın. Her koyun kendi evini bilir. Hangi eve hangi koyun girerse onun sütü o evde kalanlarındır diye emir vermişti. Birkaç kez böyle köylerde mola verdik. Kadığımız yerlerde arkadan Rusların yaklaştığı haberi geliyor, haberciler evleri dolaşıp “Kaç, kaaaç!” diye bağırıyordu. Bu sesi duyunca herşeyi bırakıp tekrar yola çıkıyorduk. Yola çıkarken evlerde kullandığımız yatakları tekrar toplayıp eski yerlerine düzüyorduk. Ama köyü bırakıp giderken hayvanları götürmüyorduk. Herhalde o köylerde hayvanlara bakması için sadece çobanlar kalmıştı.