Kafilemiz Ahlat’tan sonra Tatvan’a daha sonra Diyarbakır ve Siverek üzerinden geçerek Urfa’ya yetişti. Urfa’ya yetiştiğimizde Urfa merkezindeki Sumeydanı mahallesinde Ermenilerden boşaltılmış olan evlerde kalmaya başladık. Babaannem, anneannem ve annemle Sumeydanı Bidik sokaktaki bu evde genç yaşlarıma kadar kaldım. Dayılarım da Kamberiye Mahallesi’ndeki Karakol’un bulunduğu sokakta bir eve yerleşmişlerdi. Bazen dayılarıma gider gelirdim. O yıllarda büyük bir kıtlık da vardı. Halk birbirinin elinden ekmek kaçırıyordu. Fırına ekmek almaya gittiğimizde birileri ekmeği elimizden kaçırmaya kalktığında kendimizi yere atıp, üzerine uzanıp bağırıyorduk. Ekmeği elimizden kaçırmaya kalkan kişiler bu bağırmamıza yetişen kişileri görünce kaçıyorlardı. Böyle yapmamızı büyüklerimiz bize tembih etmişlerdi.

Annem de dayılarım da amcam Aziz de Türkçe konuşuyorlardı. Ben Türkçe’den başka bir dil bilmiyordum. Bir gün annem, amcam Aziz’in beni götürmek için geleceğini söyledi. Kucağına alıp bağrına bastı. Oğlum amcan gelirse ondan gitme. Ben sensiz ne yaparım dedi. Ben de tamam dedim. Bir gün kapı çalındı, annem kim o diye seslenince amcam seslendi. Annem bir heyecanla koşup beni kaptığı gibi ev eşyalarını depo ettikleri maskan dediğimiz odaya getirdi. Beni yere oturtup üzerime büyükçe bir sepet örttü. Amcan gelmiş, seni götürecek! O gelip gidene kadar sakın sesini etme. Sesini duyduğu gibi seni alır götürür dedi. Bunu söyledikten sonra koşa koşa kapıya gitti. Amcam içeri gelip Hamdi nerde dedi. Annem de evde değil, herhalde dayılarına gitmiştir dedi. Amcam inanmadı. Hamdi Hamdi diye seslenerek evin her yerini aradı. Maskana gelip etrafımda döndü. Ters dönmüş olan sepetin içindeyken ayaklarını görüyordum. Heryeri arayıp annemle tartıştıktan sonra sanki benim içeride olduğumu sezmiş gibi bana seslendi. Hamdi oğlum, ekmeğim gözüne dizine dursun dedi ve çıkıp gitti. Bu olay, Urfa’ya yerleşmemizden 2-3 yıl sonra olmuştu.

Daha sonra annem Urfa’da biriyle evlendi. Evlendiği adamın karısı ölmüş, yaşları benden küçük üç erkek çocuğu vardı. Annem bu adamla evlenince Urfa merkezdeki Sancak köyüne yerleştik. Bu köyde annemin evlendiği adamın akrabaları vardı. Annemle evlenen adam Suruç’un Karakuyu köyünden bir aileye mensuptu. Babasının adı Mılho idi. Köyde çıkan bir olaydan sonra ailece köyü terkedip Urfa’ya gelmişler. İşleri çiftçilik olduğu için merkezde bir iş yapamayacaklarını anlamış, bir kızlarını gelin olarak verdikleri Sancak köyüne yerleşmeyi uygun bulmuşlar. Bu köydeki tarlalar, bağlar ve bahçeler de şehir merkezinde oturan ailelere aitti. Ya icara veriyorlar yada köylüleri işçi olarak çalıştırıyorlardı. Ama köyde büyük toprak sahibi bugün ağa diye anılan kimse yoktu. Köyde toprak sahibi olan bazı aileler de vardı. Ama bizim kendi toprağımız yoktu. Annemin evlendiği adamın adı Durağ’dı. Yaşı da hayli ilerlemişti. Hastalanıp ölünce köyün mezarlığına defnedildi. Annem, bu kez köyde hem kocasının üç çocuğuna hem de bana bakmak zorunda kaldı. Yaşım çok genç olmasına rağmen büyük bir adam gibi çalışmaya başladım. Durağ’ın çocukları Müslüm, Halil ve Abdullah’a hem abilik, hem babalık yapıyordum.

Bundan sonrasını babamın anlatışı şöyle:

“Babam iri yarı, güçlü kuvvetli bir adamdı. Yorulmak nedir bilmezdi. Çok az uyur, sabah ezanında kalkardı. Yapı işleri ile uğraşır, bağ bahçe ile vakit geçirirdi. Tek başına eline aldığı bel ile bütün köyün bağlarını bellerdi. Çok güzel budama işi yapardı. İşini iyi yaptığı için bağ sahipleri de işlerini babama verirdi. Sevmediği tek iş ekin biçmekti. Ekin biçmeyi, tarla işini pek sevmezdi. Hayvancılık yapardı. Köyün en büyük ve güzel büyükbaş hayvanları bizimdi. Hayvan besler, köylünün beslediği hayvanları da alarak önce Urfa’ya sonra da başka şehirlere gidip satardı. Sık sık Konya’ya hayvan götürüp sattığını anlatır, gezip gördüğü şeyleri bizlere anlatırdı. Her kurban bayramında bir öküz keser, tüm köye dağıtırdı. Bir öküz de Kurban bayramından yaklaşık altı ay sonra keser köylüye dağıtırdı. Bazen et dağıtımı bittikten sonra köylüden birileri gelip yine et isterdi. Babam evde bizim yememiz için kalan eti de hiç düşünmeden bu isteyenlere verirdi. Çok çalışkan, çok dürüst, tek kelime yalanı olmayan biriydi. Hayvancılığın yanında köyde bazen bağ ve tarla icar ederdi. Bağ ve tarla işinden kazandığı paranın hemen hemen hepsini yine köyden işçi olarak bu işlerde çalışanlara dağıtırdı. Çok güzel Türkçe konuşurdu. Ama köyde kimse Türkçe bilmezdi. Köy odasına radyo getirmişlerdi. Biz de köyün çocuklarıyla birlikte babamla birlikte köy odasına gidip oturur radyo dinlerdik. Radyo bir süre müzik çalır, haberler verilmeye başlayınca millet dinlemeye başlar ama bir şey anlamazdı. Dedem haberleri dinledikten sonra köylülere Kürtçe tercüme ederdi. Köylülerin bir kısmı ilk başlarda inanmazlardı. Radyoyu bir müzik kutusu sanırlardı. Onlara göre radyo ülkenin başka bir yerinde olan olayı haber veremezdi. Babamın radyodan dinlediği olayları kendilerine aktarmasının üzerinden aylar geçtikten sonra şehire gidip gelenler söylenenlerin doğru olduğunu öğrenince radyonun bir müzik kutusu olmadığına inandılar, babamı daha dikkatli dinlemeye başladılar.”