Babamın anlattığı, dedemin cömertlik hallerine ben de çok sık şahit oldum.  1982 yılında, daha ilkokula başlamadan önce köye gider dedem, nenem ve bekar olan amcamla birlikte kalırdım. Babam ve evli olan amcalarım askerlik yaptıktan sonra şehre yerleşmişlerdi. Okula gitmeden önce köyde kalmaya başlamam, nenemin öldüğü 1987 yılına kadar yaz tatili boyunca devam etti. Köyde kaldığım yıllarda dedemin bağı vardı. Köyün Diyarbakır yoluna bitişik bulunan bu bağı son derece verimliydi. Dedem, nenem ve Ahmet amcam bu bağa gözleri gibi bakarlardı. Dedem ve amcam bağı budar, belini yapar, nenem de tiyeklerden budanan çırpı denen dalları toplar, koca koca bağlar yapıp birkaç yere kömelerdi. Dedem ve amcam tiyekleri koruk tutmaya başladığında kükürtle ilaçlamaya başlar, nenem de onlarla birlikte bağa gelir hem yiyip içmeleriyle uğraşır hem de tüm tiyekleri tek tek dolaşıp diplerine düşen kuru yaprakları toplar, yabancı otları temizlerdi. Hiçbir kimyasal ilaç kullanılmadığı halde bağın içinde tek yabani ot olmazdı. Hepsini nenem kendi elleriyle toplar ve yakardı. Bağ bozumu zamanı köyden işçiler gelir üzümleri toplarlardı. Üzüm toplama işi yaklaşık bir hafta sürürdü. Toplanan üzümler mıştağa denen düzlenmiş alanlara getirilir, buraya yığılırdı. İşçilerin tek işi üzümü dalından toplamak ve gösterilen yere yığmaktı. Üzümler toplandıktan sonra dedem, nenem ve amcam üzümleri yağlayıp kurutmak üzere mıştağalara sererlerdi. Üzüm kuruduktan sonra yine en büyük iş dedem ve nenemin üzerindeydi. Üzümleri tek tek elleriyle ovalayarak dallarından ayıklar, büyük gözenekleri olan bir kalbura  alır eler, rüzgarda savurur saplarından tamamen ayırıp çuvallara doldurup köye getirirlerdi.

Üzümlerin hepsi aynı günlerde olgunlaşmazdı. Farklı çeşitleri vardı. Haziran ayında olgunlaşana tahnavi üzümü derlerdi. Bu üzüm, ilk çıkan üzüm olduğu için toplayıp taze olarak Urfa’ya gönderip satarlardı.

Dedemin bu kadar becerikli ve çalışkan olmasına rağmen neden para kazanıp da zenginleşemediğini şimdi anlıyor gibiyim. Üzüm toplamaya gelen işçiler yevmiye usulü çalışırlardı. İşçilere feel derlerdi. Üzüm toplamaya gelen bu işçiler hem yevmiyelerini alır hem de akşam evlerine dönerken kaldırabildikleri kadar üzümü de beraber götürürlerdi. Yaklaşık 10 kişi üzüm toplamaya gelir, her biri en az bir büyük teneke üzümü omuzlarına alıp götürürdü. Güçlü kuvvetli olanların bazıları bağdan bir kilometre uzaklıkta olan köye kadar taşımayı göze aldıkları iki teneke üzümü götürürlerdi. Bir teneke üzüm yaklaşık 20 kilo gelirdi. On kişi birer teneke götürdüğünde günde 200 kilo, bir haftada 1400 kilo üzüm ederdi. İki teneke götürenleri de saysak bir hasatta yaklaşık 2 ton üzüm işçiler tarafından götürülürdü.

Akşam olup işçiler gider, gün batmadan nenem yemekleri pişirir yerdik. Gece yatsıya kadar da dedem beni kucağına alır, serin serin esen rüzgara karşı korumak için kürkünün içine sarardı. Elimde ya bir salkım üzüm yada başka bir yemiş olduğu halde saatlerce dedemin kucağında üstüme kürk sarılmış halde otururdum. “İşçelere zaten ücret ödüyorsun. Bu götürdükleri üzümler neyin nesi” diye sorduğumda beni kucağında biraz daha sıkarak eğilip yanağımı öper ve gülerek “Adet böyledir. Onların da ihtiyacı var, üzüm vermezsek günahtır benim babam” derdi.

Bağbozumunda bağın üç kenarındaki bir sırayı, Diyarbakır yolu kenarında ise iki sırayı toplamazdı. Bu da yolcu hakkı derdi. Bağın yanından gelip geçenler yesinler diye buralara el sürmezdi. Bu tiyeklerdeki üzümler bazen havalar soğuyup, tüm yapraklar kuruyup dökülene kadar kalırdı. Kasım ayında bile bu tiyeklerden üzüm topladığımızı hatırlarım. Yol kenarında üzüm bırakma geleneği, dedem ölüp bağ babam ve amcalarıma hisse edilene kadar devam etti. Ama bağda üzüm toplayan işçilerin giderken üzüm götürme adetleri 90’lı yıllara kadar devam etti. Babam ve amcalarım da işçilerin üzüm götürmesine bir şey demedi. Ama üzüm toplamaya gelen işçiler başka bağlarda üzüm toplarken değil bir teneke, bir salkım bile götürmeye müsaade etmediklerini, üzüm toplarken başlarında duran bağ sahiplerinin yemelerine bile bazen müsaade etmediğini anlatırdı.

Çoğu zaman dedemin kucağında, üzerime sardığı kürkünün içinde uykuya dalırdım. Ben uyuduktan sonra beni yatağına kaldırır, namazını kıldıktan sonra geç vakitlerde gelir tekrar beni kucağına alarak uyurdu. Aynı kürkün içinde, aynı yorganın altında dedeme sarılarak yıllarca uyudum. Ama hiçbir zaman pis koktuğunu görmedim. O kadar çalışan, ter döken bir insandı ama hiçbir zaman pis kokmazdı. Saatlerce beni kucağına oturtup, kulağımın dibinde konuşur, defalarca beni öperdi ama sigara içmediği için ağzının da koktuğunu hiç görmedim.