Babamın, kahveye gidecek parası olmadığında bakkaldan, kasaptan borç eder yemekler yaptırır, yemekten sonra uzanıp şarkılar söyler, parası olunca büyük bir düğün yapıp, çocuklarını sünnet ettireceğini söylerdi. Annem de buna inanır, şöyle yaparız, böyle yaparız derdi. Ama hiçbir zaman bahsettiği o parası olmadı. Maaşını kumarda yiyip bitirir, aybaşı bakkalı, kasabı atlatmak için yolunu değiştirirdi. Hayatı boyunca fırından ekmeği borca aldı. Ortaokul yıllarına geldiğimde abim gidip sünnetçiyi çağırdı, ikimiz kendi kendimize sünnet olduk. Daha sonraki kardeşlerimizi de yine kendimiz eve sünnetçi çağırarak biz sünnet ettirdik, bir kardeşimiz askerde kendini sünnet ettirdi. Bu işe hiç babamı karıştırmadık. Annem, sünnet olduğumuzu kimseye duyurmadı, kimseye söylemeyin soranlara da biz küçükken olmuşuz deyin dedi. Dedemin ve babamın sünnet konusundaki bu ihmali beni düşündürüyordu. Acaba dedem gayrimüslim bir düşünceye mi sahipti, bunun için mi babam bizleri sünnet ettirmedi diye düşünüyordum. Acaba dedem sünnetli miydi? Dedem ölümüne yakın evimizde kalırken tuvalete kalkamıyordu. Çişini yapması için önüne lazımlığı tuttuğumda dedemin sünnetli olduğunu gördüm. Yaşadığı o kadar olayın içinde ne zaman sünnet olmuş diye ne ben sordum, ne de o bu konudan bahsetti. Ama amcalarım öyle değildi. Onlar doğan her çocuklarını henüz çok küçük yaşta sünnet ettirmişlerdi.

Dedem ölmeden önce evimizde uzun bir süre kaldı. Tuvalet ihtiyacının olduğunu bilmiyordu, altına kaçırıyordu. Büyük tuvaletinin bilip, zor da olsa tuvalete kendisi gidiyordu. Altına sık sık kaçırdığı için artık üstü başı kokmaya başlamıştı. O kucağına sarılıp en güzel uykularımı uyuduğum mis gibi adamın yanına yaklaşılmaz olmuştu. Annem buna tahammül edemedi. Babam da oturduğumuz odadan çıkarıp üst kattaki odaya yatağını serdi. Üst kata kendi başına çıkıp inmesi imkânsızdı. Babam günlerce yanına uğramıyor, dedem altına işeyip kalıyor, pis kokular yukarıdan aşağıya kadar geliyordu. Büyük abdestini yapması gerektiğinde odasından çıkıp çardağa geliyor, o kısık ve zorla çıkan sesiyle birilerinin gelmesini istiyordu. Birkaç defa koluna girip merdivenlerden zorla indirip kendisini tuvalete götürdüm. Yine aynı güçlükle yukarıya çıkardım. Acıktığı zaman yemek olarak çoğu zaman ancak çay ve ekmek yiyebiliyordu. Başka bir şey istemiyordu. Ekmeği çayın içine doğrayıp çok az yiyip bırakıyordu. Babam bazen yanına çıkıp konuşuyordu. Bir süre sonra alıp önce amcam Halil’in evine, sonra da köye götürdüler.

Bir akşam babam, halam Makbule, babamın amcalığı Halil’in oğlu Sinan, halamoğlu İsmail ve ben taksiye binip köye gittik. Dedem odasında hırıltı şeklinde ses çıkararak yatıyordu. Üstü başı pisti. Babam ve amcalarım temiz elbise isteyip üstünü değiştirmek için soyduklarında sol omzu memesine ve kürek kemiğine kadar morarmıştı. Dedemin gözleri kapalı, sadece hırıltı halinde zorla nefes alıyordu. Yanında kalan amcam Ahmet’e ve eşine vücudu niye morarmış diye sordular, onlar da “bilmiyoruz, düşüp etmedi. Odadan dışarı çıkmamış” dediler. Temiz çamaşır ve elbiselerini giydirdikten sonra dedemin üzerine Yasin okumamı istediler. Kur’an okumayı o yıllarda yeni öğrenmiştim, ailede annem ve benden başka kimse Kur’an okumayı bilmiyordu. Zar zor Yasin okumayı bitirdim. Fatiha verip Kur’an-ı Kerim’i kapattım. Dedemin başına toplanmış olanlarla birlikte çaresizce onu seyrediyorduk. Köylülerden de birkaç kişi gelmişti. Gece saat biri geçmişti, artık uykumuz geldi. Halamoğlu İsmail ve ben müsaade isteyip öbür odaya geçip uyumaya başladık. Saat üç dört gibi gözümü açtığımda İsmail kalkmış oturuyor, halam da yanımıza gelmiş ağlıyordu. İsmail’e baktım, “Dede ölmüş” dedi.

Sabaha kadar gözlerim kan çanağına döndü. Babamdan çok kucağında uyuduğum adam olan dedem de artık yoktu. Boğazımda bir ağıt ciğerlerime çöküyor, gözümden yaşlar akıyor ama sesli sesli ağlayamıyor, kendimi tutuyordum. Sabah ezanı okundu, birazdan kalkıp abdest alıp İsmail ve ben namaz kıldık. Gün açılınca köy camisinden selası okundu. Nenemin çamaşır yıkamak ve banyo yapmak için kullandığı kazanlar tekrar kuruldu, altına odunlar atıldı. Çocukluğumun geçtiği o köy evinin avlusu, bugüne kadar bana hiç bu kadar kötü görünmemişti. Vakit ilerleyince şehirden duyanlar da geldi. Halil amcam diğer tanıdıklarla birlikte evin avlusuna girdi. Zorla yürüyordu. Dedemin başına gidip dizüstü çöktü, yüzünü açtı, bir süre baktıktan sonra kapattı. Dirseklerini dizlerine koyup, başını ellerinin arasına alıp bir süre ağladı. Sonra kendisini kaldırıp avluya çıkardılar. Avluda bir köşeye çekilip, yıkılıp kaldı. Başını bir taşa dayayıp, gözlerini kapattı. Dedem gibi iri yarı, dağ gibi bir adamdı. Ailede höt deyince herkesin sesi kesilir, sadece onun dediği olurdu. Az ve kesin konuşurdu. Su ısındı, teneşir tahtasını avluya getirdik. Dedemi içeriden çıkarıp tahtanın üstüne uzattılar. Üstündeki örtüyü alıp, çıkarılabilen giysiyerini çıkardılar. Ölünün elbisesi üzerinden yırtılarak çıkartılır diye bir düşünce vardı. İç çamaşırları ve gömleğini ise yırtarak üzerinden aldılar. Cenazesini yıkarken vazifeleri babamın kardeşim dediği Sofi Mehmet Ali (Demirkaya) yapıyordu. Ağzına burnuna su döktü. Cenazesini yıkarken kazandan su almak için kollu bir tas kullanıyorlardı. O evde bulunan tek kollu tas, sadece bulgur yapmak için kazanlar kaynatıldığında kullanılırdı. Nenem elinde kollu tasla bir o kazana, bir bu kazana gider karıştırır, ateşten yükselip suya düşen karaları çıkarır, suyun köpüğünü alırdı. Nenemin kazanları, ocağı ve kollu tası son kez kullanılıyordu. Sofi Mehmet Ali, teneşirde sırt duran dedemin bedenini üç kere oturur vaziyete getirip geri yatırdı. Sonra yıkama işlemini tamamladı ve kefenledi. Kefenin içine ve üstüne kafur döktüler. Sağlığında mis gibi kokan kucağında mışıl mışıl uyuduğum dedem, hastalanınca pis kokmaya başlamış, ölünce yıkanıp kafurlanarak öbür dünyaya gönderilmeye hazırlanıyordu. Bugün bile bunları yazarken genzimde o kendi temizlik kokusunu hissettiğim adam böyle kokmazdı. Kafur onun kokusu değildi. Hayatımda ilk kez bir cenaze görmüştüm ve kafur kokusu bu olayı zihnime kodlamıştı. O gün bugündür kafur kokusundan nefret ediyorum.