“Zengin Olmak” başlıklı yazım büyük ilgi gördü dersem yalan olur. Yazıyı doğrudan sosyal medyada paylaşmak yerine web linkini paylaşmıştım. Böylece kaç kişinin, tıkladığını görmüş oluyorum. Okumuş mu, okumamış mı bilemem ama yazıya gitmiş olan 28 tıklanma vardı. Bu da demek oluyor ki, yazımız ilgi görmüyor. Okunmuyor yani. Millet okumayı sevmiyor, okumaya vakti yok! Herkes daha zengin olmak için ha bire çalışıyor, durmadan birşeylerin peşinde koşuyor, okumaya vakitleri yok. Bu daha iyisi. Sadece 2 okunma alanı da var. Biri ben, diğeri kim bilemem.

Bu haliyle bile Urfa’da en çok okunan köşe yazısının benimki olması mutluluk veriyor. Demek ki bu kadar okumayı seven insan var. Ne yapalım..

Gelelim bugünkü yazımızın ana teması olan “Fakir Olmak” konusuna.

Her ne kadar “Fakir, çalmasını bilmediği için fakirdir” dense de bu söz aslında başkasının malını çalmak olarak bilinen hırsızlıktan anlaşılmamalı. Önceki yazımızda zengin olanların hallerini, durumlarını, tutumlarını, tavırlarını yazmıştık ya, işte çalmak onların bu durumlarında zaten vardı.

Başkasının malını çalmadan çalmak nasıl olur diyeceksiniz. İnsan kendinden de çalır.

Nasıl mı çalır?

Nefsinin istediklerini, canının çektiklerini almayarak, tüketmeyerek çalır. Giymesi gereken bir elbise varsa alıp giymez, elbiseden çalır. Ayakkabısını yenilemez, ayakkabıdan çalır. Et yemez, etten çalır. Süt içmez, sütten çalır.

Bir çocukluk arkadaşım var. O da benim gibi fakirliğin kucağına doğmuş biri. Ama nasıl olduysa bu adam yavaş yavaş zenginleşti. Önce araba, sonra ev, sonra dükkan, sonra bol bol altın ve para yatırımı yaptı. Evine hayatında kartonla yumurta, kovayla yoğurt almış değil. Hayatta en son içtiği süt, anasından emdiği süt. Kesinlikle dışarıda yemek yemez. Bedava yemeği nerede bulduysa nasiplenir. Daha çok halleri var da, onun bu kendinden çalarak zenginleşme hallerini burada aktarmak istemiyorum. Bugün konu fakirlik.

Fakir olmak aslında doğuştan gelir. Anasından doğan herkes çırılçıplaktır. Kıçında don yoktur. Baldırıçıplak derler ya, öyle. Ölüp giderken de donuna kadar soyup alırlar. Donsuz geldiği dünyadan, donsuz gider insan. Doğuştan getirdiği fakirliği, ölürken de yanına tek sermaye yaparak ayrılır bu dünyadan.

Fakir olmak, yok olma halidir. Fakirin parası yoktur, toprağı yoktur, sermaye yapacağı varlığı yoktur. Yokluğun adı fakirliktir. Bu yok olma halinin getirdiği düşünce öyle bir alemdir ki, fakir adam kendini de yeri geldiğinde yok hükmünde sayar. Toplum nezdinde de böyledir. Varlıklılar, yani zenginler fakir olanı görmek bile istemez. Çünkü fakirlik rahatsızlık vericidir, huzur bozucudur.

Fakirler, doğuştan sahip oldukları yokluklarıyla dünya hayatında kavrulup dururken, sadece bir şey onları ayakta tutar: Umut. Fakirin umudu bazen bir sıcak ekmek olur, bazen üzerine giyeceği bir palto, bazen bir ayakkabı. Fakir bu umuduna kavuşunca o günü kurtarmıştır, o günün zenginidir artık.

Fakir insan, yokluklar içersindeki cömerttir. Fakir kendinden çalmayandır. Olduğu zaman yer, içer, giyer, hayır işine harcar. Çünkü olmadığı günü bilir, olmayacağı gün de pek sorun değildir fakir için. Var olduğu gün paranın gözünün yaşına bakmaz. Nereye lazımsa oraya harcar, canı ne isterse alır. Çünkü o yokluğun acısını çok kötü yaşamıştır, yokluktan intikam alır. Ama varlığı çok kısıtlı olduğu için kısa sürede yeniden yokluğun kucağında olacağını da bilir.

Zenginlerin çoğu fakire özenir. Fakir şeker hastası olmaz, fakirde tansiyon çıkmaz, fakirin psikolojisi bozulmaz, fakir hasta olmaz zengine göre. Aslında zenginler bu özentide haksız da değiller, ama fakirin bu durumu yokluktan kaynaklanır. Fakir çoğunlukla aç olduğu için daha sıhhatli olur.

Fakirliğin hallerini bir iki yazıya sıkıştırmak zor bir durum. Fakirliğin kitabı yazılır. Ama bugünlük bu kadar deyip, yarınki yazımızda buluşmak üzere fakirlik konusunu noktalayalım.