Sosyal ve kültürel etkinliklerin yapılabileceği, sıkıcı olmayan, hatta yeşillikler içinde çayların içilebileceği, bildiğimiz çay bahçesi kahvehaneden çok farklı bir mekanımız olsun istiyordunuz. Bir de böyle bir yerin tarihi doku içinde olmasını, sırf para kazanma hırsıyla birilerine tahsis edilmiş bir alan olmamasını da tahayyül ediyordunuz. Oldu nihayet..
Önceki gün telefonum çaldığında arayan değerli ağabeyim Şair-Yazar kimliğiyle bilinen Faruk Habiboğlu idi. Aslen iktisatçı olan Habiboğlu, şimdilerde Belsan A.Ş. Genel Müdür Yardımcısı olarak görev yapıyor. Hal hatır sorduktan sonra Belsan A.Ş. olarak Sakıb’ın Köşkü’nü geçen yıldan bu yana hizmete açtıklarını, buranın kentin kültür insanlarının hasretle beklediği bir mekan olmasını arzuladıklarını belirterek bir çay içimi sohbete beni de davet etti.
İşyerinden çıkıp çarşı otobüsüne bindiğimde Şair Bekir Urfalı ile karşılaştım. Nereye gidiyorsun diye sormadım, o da sormadı. Ama şair bir adam akşamın bu vaktinde çarşıya gitmezdi zaten. Belli ki aynı yere gidiyorduk. Sakıb’ın Köşkü’ne yaklaştığımızda kalkıp inecek iken elimi sıkınca tuttuğum elini bırakmadım ben de kalktım. Kapıya doğru giderken “Hayırdır nereye böyle” deyince, “Sen nereye, ben oraya” deyip, birlikte köşkün kapısından girdik.
Şanlıurfa Belediyesi’nin 25-30 yıl önce restore ettirip kapalı devre kullandığı, yıllarca içine kimsenin girmesine müsaade edilmeyen köşkün bahçesine girdiğimizde Faruk Habiboğlu bizi karşıladı. Birlikte geçip bahçede ayrılmış yerimize oturduk. Ardından diğer misafirler de gelmeye başladı. Eğitimci yazarlar Mustafa Gümüş ve Yasin Yaşuk, Harran Üniversitesi’nden Necmi Dedeoğlu ve Sabri Kürkçüoğlu, Şair-Yazar Abdürrezzak Elçi ve Gazeteci Tahir Coşandal da davete icabet ettiler. Belsan A.Ş. Genel Müdürü Can Hallaç da ev sahibi olduğu buluşmaya dahil olunca sohbetler açılmaya başladı. Mekanın tarihi, yıllarca kapalı kalması, böyle bir alanın değerlendirilmesinin gerekliliği enine boyuna konuşuldu.
Sakıb’ın Köşkü’nü Belsan A.Ş. işletecek, mekan saat 15.00’te açılıp, 23.00’e kadar hizmet verecek. Kahve çeşitleri, çay, bazı tatlı çeşitleri ve yarım ciğer dürümü satışı olacak. Sadece enstrümental müziğin çalınacağı köşk bahçesi, kafa dinlemek, hoş sohbetler yapmak isteyenler için mükemmel bir mekan olarak kabul edilebilir.
Sakıb’ın Köşkü’nün şehrin sosyo-kültürel hayatına büyük katkıların yapılacağı bir mekan olacağı o geceden belli oldu.
Karşımızda Belsan Genel Müdürü ve Müdür Yardımcısı olunca doğal olarak sohbetlerimiz de ulaşım konusuna geldi. Ulaşımda yaşanan sıkıntılar, şoförlerin durumu, araçların sayıları, temizlik gibi çok konuyu enine boyuna konuştuk.
Konu dönüp dolaşıp medeniyete geldi. Toplu ulaşım konusunun bir hizmet olduğu ve bu hizmeti dünyanın her yerinde  yerel yönetimlerin az çok finanse ettiğinden bahsedildi. Bu arada Urfa’daki toplu taşıma işine de Şanlıurfa Büyükşehir Belediyesi’nin aylık ortalama 1 milyon 500 bin TL destek sağladığını bu gecedeki sohbetimizde öğrendik.
Geceye katılanlardan Avrupa’ya veya dünyanın başka şehirlerine gitmiş olanlar, oralarda gördükleri toplu taşıma sistemlerinden ve insanların bu hizmete olan tutumlarından bahsettiler. Avrupalının çoğunun aklından hırsızlık, bedavacılık, kaçak diye bir şeyin geçmediğini, otobüslere binen vatandaşların ücret kartlarını şoförün önünde değil de orta kısımlarda okuttuklarını, metro, tramvay gibi araçlara binişte bilet kontrolü yapılmadığından bahsedildi. Almanya örneğinde otoparka giren kişilerin ücretlerini kendi elleriyle ödedikleri, bu iş için ayrıca personel istihdam edilmediği konuşuldu.
Sonra söz dönüp dolaşıp bize geldi.
Bizde de değişim olduğundan, daha önceleri yollara dikilen çiçeklerin koparılıp götürüldüğü artık böyle bir şeyin yaşanmadığından duyulan memnuniyet dile getirildi. Sonunda da acaba biz ne zaman Avrupa insanının medeniyet seviyesine çıkarız diye kısaca düşünüldü.
Bana göre biz Ortadoğu ve Asya halklarının Avrupalı kültür ve bilinç seviyesine çıkması imkânsız.
Belki bazı tutumlar toplumsal yargılar gereği değişebilir ama insanların emeksiz zenginlik gibi bir düşüncesinin önüne geçilmesi akıllardan bile geçirilebilecek bir durum değil.
Avrupalı bir ailenin 1000 yıla yakındır aynı soyadını kullanması, devletin sosyalleşmesi, bireylerin asgari güvencelere sahip olması gibi durumlar Avrupalının kafasını rahat bırakmaya yetmiştir. Almanya’ya giden ilk Türk işçilerin telefon açmak için buz halinde jetonlar yapması Almanları şok etmişti.
Bizdeki bireysellik, güç ile ölçülür. Avrupalı’nın bireyselliği özgürlüktür.
Bizde açlık vardır. İnsanımız binlerce yıldır ekmeğe ulaşmak için büyük bir mücadele vermek zorundadır. Binlerce yıldır bizim bölgede devam eden savaşlar, göçler, toplumsal değişimler insanımızı aç bırakmıştır. İnsanımızın en zengini bile açlık zaafına sahiptir. Yarın aç kalırım endişesi taşıyarak sürekli biriktirmeye meyillidir. İnsanımızın dedesi fakirken kendisi zenginleşmiş, yarın dedesinin durumuna düşmemek için sürekli olarak servetini arttırma endişesinde yaşamakta ve bu huzursuzluğu yaşamaya devam etmektedir.
Bizde kanaat yoktur. Asgari ücretle çalışan bir işçi ilk fırsatta bir sıçrama yapmaya hazırdır. Bunun için sürekli tedirgin ve huzursuzdur. İşinde verimli değildir. İşini ne kadar iyi yapsa da ücretinin asgari ücret olacağını bildiğinden tutumu değişmemektedir.
Oysa Avrupalı yaptığı işin karşılığını hakkıyla almakta, başarısı ölçüsünde ücretlerinde iyileşme olmaktadır. Çalışma saatleri ve yapacağı iş bellidir. Kaç yıl çalıştıktan sonra ne elde edeceğini bilmekte, gelecek planlarını buna göre yapabilmektedir. Bunun karşısında bizdeki çalışanın yarın diye hiçbir güvencesi yoktur. Bugün kazandığını hatta kazanmadığını yarın kaybetme riski çok yüksektir.
Bizdeki bir başka baskı unsuru da dindir.
Müslüman olan, dindar olma endişesi taşıyan insanımız dindarlıkla dinsizlik arasında gidip gelmektedir. Günün beş vakti minarelerden okunan ezanları duyan insanımız Müslüman olduğunu hatırlamakta, ancak namazını kılmadığı için bilinçaltına bir suçluluk notu daha kaydetmektedir.
Yine devlet ekonomik ve mali sisteminde düzen kurulamadığı için çalışanlar olduğu gibi işverenler ve tüccarlar da huzursuzdur. Devlet, kazancın neredeyse yarısına ortaktır. Kazancının yarısına yakınını devlete vergi olarak vermek zorunda olanlar, bunun yanında devletten aldıkları hizmetler için de hizmet bedelinden fazla vergi ödemektedir. Elektrik, su, emlak, iletişim, yakıt, gıda, eğlence gibi ürün ve hizmet bedellerinin vergi kısmı çok büyüktür.  Toplumumuzda geniş anlamda vergi, bir zulüm türüdür. Verginin, toplumun tüm kesimlerine yansıtılması, az kazananların çok kazananlardan daha fazla vergi ödemek zorunda olması toplumsal bir tepkiyi ortaya çıkarmakta ve toplum bilinci bu zulümden mümkün olduğu kadar kaçmayı daha mantıklı bulmaktadır.
Araştırmalara  bakıldığında Avrupa ülkelerindeki vergi oranları Türkiye’dekinden de yüksektir.  Mesela Danimarka’da en yüksek gelir vergisi yüzde 62.3 olarak uygulanıyor. Türkiye’de ise sosyal güvenlik primleriyle birlikte en yüksek gelir vergisi oranı yüzde 34.9 olarak kaydediliyor.
Şehir medeniyetini binlerce yıldır yaşayan Avrupa’nın çoğu ülkesinde vergi oranı bizdekinden yüksek olmasına rağmen insanlar bu durumdan bizim kadar rahatsız değildir. Çünkü sistem binlerce yıldır işlemektedir. Oysa bizdeki verginin geçmişi çok yenidir. Yakın zamana kadar vergi sadece üreticiden alınırken, tüketicinin vergilendirilmeye başlaması hala genel kabul görmemiştir.
Toplumumuzun şehir medeniyetine henüz tam anlamıyla uyum sağlayamamış olması, toplumsal birlikteliğin kurallarını benimsemekte yaşadığı sıkıntı daha uzun yıllar devam edecektir.
Bugün şikayet ettiğimiz toplumsal sıkıntıların ortadan kalktığını biz görebilir miyiz?
Sanmıyorum.
Yakın zamanda kıyamet kopmazsa, bin yıl sonra belki.